KAT MALİKLERİMİZDEN
Dr. Lütfi Kırdar'dan Dr. Üner Kırdar'a
İki dünya adamı, iki büyük diplomat, iki duayen...
İstanbul için sembol bir isim; Lütfi Kırdar. Ve o ismin şehre attığı pek çok unutulmaz imzayı bugün gururla taşıyan, yıllarını kalkınma ve şehircilik alanlarındaki uluslararası çalışmalara vermiş bir isim: Üner Kırdar... İki kuşak, iki öykü... Üner Kırdar bu sayımızın konuğu oldu, bugünün ve dünün İstanbul'unu anlattı.
Yaşadığı şehri daima sahiplenen, duyarlılık gösteren bir kent sakini Üner Kırdar... Birleşmiş Milletler (BM) ve BM Kalkınma Programı'nda (UNDP) uzun yıllar direktörlük ve baş danışmanlık yapmış, katıldığı ve yönettiği önemli konferanslarla şehircilik alanında önemli tecrübeler edinmiş güçlü bir isim...
Babası rahmetli Dr. Lütfi Kırdar'ın şehircilik alanında İstanbul'a kazandırdığı pek çok değerli imzayı gururla sahipleniyor. Kendisiyle karşılaştığımızda, yılların yorgunluğunu asla hissettirmeyen dinamik görüntüsüyle bizleri alıp Lütfi Kırdar'ın İstanbul'una, o İstanbul'un semtlerine ve apartmanlarına götüren etkileyici sohbetinin lezzetine doyamadığımızı itiraf edelim. O lezzetli sohbetten sayfalarımıza dökülen satırları okuduğunuzda eminiz ki, sizler de bize hak vereceksiniz...
İKİ ADA ARASINDA MEKİK DOKUDUM
Yıllarca yurtdışında önemli diplomatik görevlerde bulundunuz. Fakat İstanbul'dan da kopamadınız. Özellikle de Nişantaşı'ndan…
Son 35-40 yılımı, mesleki sorumluluklar nedeniyle ağırlıklı olarak yurtdışında geçirdim. New York'da uzun yıllar kaldım. Fakat her yaz İstanbul'u özlüyor ve tatil için dönüyordum. Hatta o dönemler bana sorduklarında espri olsun diye, "Ben iki adada yaşıyorum: Kışları Manhattan'da, yazları İstanbul Büyükada'da" diyordum.
Nişantaşı'nın benim hayatımda özel bir yeri oldu daima. Çocukluğum bu semtte geçti; 5-6 yaşlarımdan itibaren Nişantaşı'ndaydım. Rahmetli babam Manisa'da valilik yaptıktan sonra, 1938 yılında valilik ve belediye başkanlığı için İstanbul'a atanmıştı. Görevi icabı, bugünkü Vali Konağı Caddesi'ndeki valilik konutu binasına yerleşmiştik. Çok büyük bir binaydı. Eskiden sarayın diş hekimi olan Portakal Paşa tarafından yaptırılmış ve sonradan devletin mülkiyetine geçmiş bir bina. Babamın 11 yılı aşan görevi boyunca da ailece orada yaşadık.
O yıllar Türkiye çok genç bir Cumhuriyet ve ekonomik açıdan sıkıntılı yıllar… Bu koşullar sizin çocukluğunuzda, eğitim hayatınızda nasıl izler, anılar bıraktı?
İlk mektebe o günkü adıyla Nişantaşı On beşinci Okulu'nda başlamıştım. Daha sonra, bugün Ortaköy'de yer alan Galatasaray Üniversitesi binasının yerinde bulunan G.S. okulunun ilk kısmına yatılı öğrenci olarak devam ettim. İkinci Dünya Savaşı'nın yarattığı sıkıntılar yüzünden, örneğin ekmek ve şeker tüketimi sınırlandırılmış ve karne düzenine bağlanmıştı. O dönemde okulumuzdaki kahvaltıları hiç unutmam. Kurumuş bir ekmek, birkaç zeytin ya da küçük bir parça gaz kokulu beyaz peynir… Peynirler gaz tenekelerinde saklanır ve bu yüzden de çok kez gaz kokardı... O zamanlar bugünkü pastanelerde olduğu gibi çeşit ve bolluk da yoktu... En tanınmış pastane Haylayf Pastanesi idi… O da, Varlık Vergisi faciasından dolayı iflas etti ve kapandı. Hatta o günkü pastaları satışa çıkardılar, bizim Galatasaray Lisesi de aldı ve bize o pastalardan ikram ettiler. Tabii çok mutlu olmuş ve bayram hediyesi almış gibi sevinmiştik…
ÜNER KIRDAR
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'ni tamamladıktan sonra London School of Economics ve Cambridge Üniversitesi'nde iktisat doktorası yaptı. Ardından ilk olarak Dış İlişkiler Bakanlığı'nda 15 yılı aşkın hizmet verdi. Cenevre'de Birleşmiş Milletler (BM) bünyesinde Daimi Delege yardımcılığına getirildi. Daha sonra 30 yıl boyunca BM'de en yüksek Türk görevlisi olarak Genel Sekreterin ofisinde çalıştı ve BM Kalkınma Programı'nın Yönetim Konseyi direktörlüğünü üstlendi. Bir yandan akademik çalışmalarını sürdürdü; kalkınmada insan faktörü üzerine 16 kitap yazdı. Bu kitapların bir kısmı New York Üniversitesi, bir kısmı da BM tarafından yayımlandı.
İSTANBUL'UN GENİŞ PARKLARA İHTİYACI VAR
Rahmetli babanız Lütfi Kırdar'ın İstanbul'da çok değerli imzaları var; AKM, Yıldız Parkı, Maçka Parkı, Gezi Parkı, hatta Taksim Meydanı… Bugün bunlar İstanbul'un karakteristik zenginlikleri haline gelirken, İstanbullular için ise birer kaçış noktası adeta. Neler hissediyorsunuz bu konuda?
Ben 5-6 yaşlarımdayken İstanbul'un nüfusu 500 bin, lise yıllarımda ise 800 bin civarındaydı. Bugün milyonların şehri oldu İstanbul. Babam ileri görüşlü bir vali ve belediye başkanı olarak İstanbul'un başına gelecekleri doğru tahmin etti aslında. Şehrin en güzel yerlerine uygar ülkelerdeki gibi geniş, halka açık parklar, çocuk bahçeleri yaptırdı. Onun döneminde Taksim'den Maçka'ya kadar uzanan muazzam bir park alanı vardı. Sonraki geçen yıllarda bu güzel alan, kanunlara aykırı olarak yapılan kamu ve özel sektör binalarıyla parçalandı. Yine o dönemler, bugünkü Hilton Oteli'nin bahçesi halka açık park alanıydı. Zaman içinde o alan da özel mülkiyet oldu. Belirttiğiniz gibi bugünün İstanbul'unun en büyük kaçış noktalarında babamın imzası var. Bundan dolayı gurur duyuyorum. Ben de yıllarca şehircilik konferanslarıyla alakadar olduğum ve bu toplantıları yönettiğim için, aynı görüşler içinde oldum her zaman. Şehirlerin de insanlar gibi nefes almaya ihtiyaçları var. Bizlerin yaşadığımız kentleri, her şeyden önce çocuklarımızın yaşamlarını en güzel şekilde geliştirebilecekleri bir tarzda düzenlememiz gerektiği kanaatindeyim. Benim ABD'de yayımlanmış çeşitli kitaplarım var. Bunlardan birinin adı "Cities Fit for People", yani "İnsanlara Yaraşır Kentler"... Tabii, bunun diğer yüzü de çok önemli: "Kentlere Yaraşan İnsanlar"!.. Her iki amaca da erişebilmek için tümümüzün ortak değerler taşıması ve duyarlılık göstermesi gerekiyor...
TARİHİ APARTMANLARIMIZI TANITMALIYIZ
Her insan gibi binaların ve apartmanların da birer tarihi var. Tıpkı sizin ve babanızın yaşadığı apartman gibi... Babanızın bu mirasını İstanbullularla paylaşmak adına özel bir çalışmanız oldu mu?
Bu konu benim için son derece önem arz ediyor. Bahsettiğiniz düşünceyi, babam görev yaptığı yıllarda uygulamış bir isim. Yani şehrin tarihi geçmişi olan apartmanlarının ve yeni yapılan önemli binalarının (örneğin AKM, Açık Hava Tiyatrosu, Dolmabahçe Stadı gibi) önüne plakalar asılırdı; kim tarafından, ne zaman yapıldığından tutun da, o apartmanda kimlerin, hangi sanatçıların yaşadığına kadar pek çok önemli bilgi yazılırdı. Çünkü tarihte insanlar kadar, binaların da önemi ve bir geçmişleri var. Böyle bir uygulama Roma İmparatorluğu'nda başlıyor. Babamdan sonra bu uygulama devam etmemiş. Fakat ben şimdi yaşadığımız apartman için böyle bir şeyi çok arzu ediyorum. Örneğin, Lütfi Kırdar Kongre ve Sergi Sarayı için de benzer bir çalışmayı bizzat yaptım. Salonun girişinde özel bir köşe oldu; yazılar, fotoğraflar, belgeler… Hem binanın hem de Lütfi Kırdar'ın öyküleri. Bu öyküler İngilizce ve Türkçe videolarla da destekleniyor. Ümit ederim bu sunumlar halen muhafaza ediliyordur...
BABAMIN VASİYETİ
Babanız Lütfi Kırdar yıllarca politikanın içinde idi. Fakat siz aktif politikaya atılmadınız. Bunun özel bir sebebi var mı ?
Rahmetli dostum Sayın Turgut Özal ANAP'ı kurarken beni de yeni partinin kurucular kadrosuna katılmaya davet etmişti. Turgut Bey'in bu nazik teklifini kabul edemedim. Zira rahmetli babamın, vefatından önce bana dolaylı yaptığı bir vasiyet vardı. Tüm ömrü ülkeye hizmetlerle geçmiş bir devlet adamı olan babam hayatını, 1960'da bir askeri juntanın yapmış olduğu darbe sonucu Yassı Ada'da kaybetti. Oradan anneme yazabildiği müsaade edilen 15 satırlık mektuplarda birkaç defa, herhalde duyduğu derin azap ve gazabın sonucu şunu belirtmişti: "Aman Üner'e yaz ve söyle, sakın politikaya karışmasın. Doktorasını muhakkak bitirsin ve mesleğinde veya uluslararası alanda ilerlemeye çalışsın." Ben de bunu önemli bir vasiyet olarak kabul ettim. Bunu rahmetli Özal'a anlattım. O da bana bu duyguyu büyük bir anlayışla karşıladığını söyledi.
İktidara gelip başbakan olunca, bana "ne yapabilirim senin için" dediğinde ise, babamın hiçbir yerde isminin olmadığını hatırlattım. Çok şaşırmıştı, hemen not aldı. Daha sonra, Kongre ve Sergi Sarayı'na yapılan güzel bir merasimle babamın adı verildi. Sarayın 1949'da açılışı Avrupa Güreş Şampiyonası'na denk gelmişti. O zamanlar bu binaya babamın isminin verilmesi sporcularımızın federasyonu tarafından teklif edilmişti. Fakat babam, yaşayan kimselerin ismi konulmamalı prensibine inandığı için, bunu kabul etmemişti... Yıllar sonra bir taksicinin lafını hep tebessümle hatırlarım: "Ağabey, kim bu Lütfi Kırdar, galiba eski güreşçilerden biriydi değil mi?"
BARIŞKAN YÖNETİMİ TEBRİK EDİYORUM
Dört yıl önce oturduğum binada profesyonel yönetici arayışı vardı. Ancak ben bu konuda oldukça titiz ve tedirgindim. Diğer bazı malikler referanslara dayanarak Barışkan Yönetim'i isterken, ben "yüz yüze görüşmeden olmaz" demiştim. Bunun üzerine Barışkan Yönetim'den Gaye ve Aylin Hanımefendiler, aklıma takılan soruları cevaplamak ve tanışmak için dairemde yapılan apartman toplantısına katıldılar. Toplantı bir saat kadar sürdü ve sonunda el sıkışarak karar defterine de inanç ve güvençle imzalarımızı attık. Nitekim ertesi gün Barışkan Yönetim'i aradım, büyük bir heyecanla: "Dün öğle saatlerinde yaptığımız görüşmenin ardından içim son derece rahat ve mutlu olarak Yönetimi size devretmeyi uygun bulmuştum. Akşam yemeğinde eski dostum Ayşe Kulin bizdeydi. Tesadüfen dosyalarınızı görünce sizi nereden tanıdığımı sordu. Olanları anlatınca yüzünde büyük bir tebessümle, sizleri çok uzun yıllardır tanıdığını, size ne kadar güvendiğini ve ne kadar emin ellerde olduğumuzu söyledi" dedim. İşte o zaman kararımda ne kadar haklı olduğumu gördüm ve hem kendimle hem de sizlerle bir kez daha gururlandım. Böyle bir konsepti yıllardır başarıyla uygulamak gerçekten kolay bir iş değil. Bu alanda benim bildiğim, tanıdığım, güvendiğim yegane isimler olduğunuzun da altını çizmek isterim. Çünkü apartman yönetimi adı altında başka ticari işler de yürüten çok yer var ki, Barışkan Yönetim bu açıdan da onlardan ayrılan, işini doğru yapan, bu konudaki kanunları da yakından takip eden bir disipline sahip. Candan tebrik ediyorum…